“Meslek Seçiminde Aile Baskısı Yanlış”

-A +A

Dr. İhsan Erdem Kayral: Sayın Hocam bize kısaca Orhan OKAY’ı anlatır mısınız?

Prof. Dr. Orhan Okay: Kısaca anlatmak resmî kimlik manasında ise 1931’de İstanbul’un bir kenar semti olan Balat’ta doğdum. Anne tarafından dedem ve büyükannem Erzurumlu, baba tarafından 1850’lerde İstanbul’a yerleşmiş aslen Arapkirli bir aileden geliyorum. İlk ve ortaokulu semtimizde, liseyi Vefa Lisesi’nde okudum. 1950’de İstanbul Edebiyat Fakültesi’nin bir yarıyıl Felsefe, daha sonra Türkoloji bölümüne kaydoldum. 1955’te mezun olarak önce Artvin, sonra askerlik dolayısıyla Merzifon, daha sonra Diyarbakır’da öğretmen olarak bulundum. 1959’da Erzurum’da yeni açılmış olan Atatürk Üniversitesi’nde yeni Türk edebiyatı asistanı olarak başladığım akademik görevimde öğretim görevlisi, doçent ve profesör olarak 36 yıl kaldım. 1995’te İstanbul’a döndüm, bir süre Sakarya ve Fatih Üniversitelerinde çalıştım, Marmara ve Boğaziçi Üniversitelerinde lisansüstü dersler verdim. Halen 29 Mayıs Üniversitesi’nin kadrosunda bulunuyorum ve yirmi yıldan beri de Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde yazar ve redaktör olarak çalışıyorum. 

Dr. İhsan Erdem Kayral: Gençler başarılı ve örnek kişilerin kendi yaşlarında iken nasıl davranıp nasıl karar verdiklerini öğrenmek ve kendilerine bu kıymetli kişileri model almak isterler. Bu anlamda bize biraz da genç Orhan OKAY’dan bahseder misiniz?

Prof. Dr. Orhan Okay: Yetişme yıllarımda tesadüflerin ve belki arayışlarımın karşıma çıkardığı insanlara borçlarım var. Aslında şüphesiz her iki faktörün arkasında olan, mizacımız ve elbette kaderimizdir. Küçük bir memur ailesinde ve Balat gibi bir semtte çocukluğumun geçmesi bana bütün hayatım boyunca orta sınıf halktan insanlara yakın olmamı ve belki bu yüzden az ve küçük olanla yetinmemi, bunlarla mutlu olmamı sağlamıştır. Özellikle Ortaokul yıllarımdan beri bütün tahsil hayatımda rastladığım bazı insanların yetişmemde ve bir dünya görüşüne sahip olmamda önemli rolleri olduğuna inanıyorum. Eski yazının değil, Kur’an okumasını bilen çocukların ve gençlerin bile bulunmadığı o yıllarda ortaokuldan bir sınıf arkadaşımdan eski harfleri, Çarşamba semtinde tatlıcılık, yufkacılık yapan amcamdan Kur’an okumayı ve rık’a ile yazmayı öğrendim. Yine o yıllar tanıdığım Nurettin Topçu, vefatına kadar pek çok konuda yol göstericim ve hocam oldu. Lise yıllarında Tahir Olgun’un Mesnevi derslerine devam ettim.  Arapça muallimi ve daha sonra İmam-Hatip Okulları’nın kurucu olacak Celal Hoca’yı tanıdım, onun Arapça derslerinde bulundum. Fakülte’den hocam Mehmet Kaplan yine ömür boyunca edebiyat araştırmalarımda ve disiplinli çalışmada minnet duyduklarımdandır. Yine ortaokul yıllarımdan beri kitaba ve kütüphaneye aşina oldum ve Beyazıt sahafları ile Babıali kitapçılarının ziyaretçileri arasındaydım. Fakültedeyken Hattat Halim Hoca’dan kısa bir süre nesih meşk ettim. Bütün bu saydıklarım bende bir yerlere uluşmamda birinci derecede rol oynadığına inandıklarımdır. Bunun dışında Fakülte’de felsefe, sanat tarihi, Arap ve Fars filolojisi hocalarının ve derslerinin, nihayet okuduğum kitapların haklarını da unutamam.  

Dr. İhsan Erdem Kayral: Geçmişten günümüze hep önemli bir konu olmuştur; gençlerin profesyonel geleceğini tayin etmede ailelerin rolü ne olmalıdır? Buna sizin hayatınızın yönlendirilmesinde ve akademisyen olmayı seçmenizde ailenizin rolünün ne olduğundan hareketle bir cevap arasak…

Prof. Dr. Orhan Okay: Annem rüştiye mezunu idi. Babam da rüştiye ile ona yakın seviyede daha birkaç meslek okulunda okumuş, nihayet polis mektebinden mezun olarak bu mesleğe girmişti. Benden sekiz yaş büyük olan ablam Edebiyat Fakültesi’nin Coğrafya Bölümü’nde okuyordu. Evde de babamın meslek kitaplarından başka bir kütüphane yoktu. Yani benim meslek seçimimde ailemin rolü olmadı. İlkokuldan beri Türkçe ve edebiyat derslerinde hep başarılı olduğum için fakülte seçişimde de bu eğilimim rol oynamıştır. Bundan da hiç şikâyetçi olmadım ve bunun için aileme minnet borçluyum. Ama genel olarak ailelerin çocuklar üzerinde fakülte ve meslek seçimlerinde baskıya katiyen taraftar değilim. Yakın ve uzak çevremde bazı olumsuz örneklerini gördüm. Ailenin bu konuda eğer bir tecrübesi varsa bunu çocuklarına anlatabilir ve bu yönde tavsiyede bulunabilir. Ama zorlama ve baskı yapmayı doğru bulmuyorum. Daha da tehlikeli olan, kabiliyeti ve eğilimi dikkate almadan toplumda geçerli sayılan, yani para getiren mesleklere sevk edilmesidir. Bu, herhangi bir zorlama olmadan genel manasıyla bir çevre baskısıdır. Genç, kendi kabiliyetini düşünmeden çevrenin değer yargılarına uyarak başarılı olamayacağı veya sevemeyeceği bir mesleği seçmiş olur. Ailelerin ve çevrenin bu konularda daha hassas olmaları gerekir.

Dr. İhsan Erdem Kayral: Sizden İstanbul Beyefendisi olarak bahsedildiğini duyduk. Yıllarını bu şehre vermiş, İstanbul ile ilgili kitaplar yazmış birisi olarak sizden biraz da Şehr-i İstanbul’u dinlesek?

Prof. Dr. Orhan Okay: İstanbul’u seviyorum, doğduğum semti daha çok seviyorum. Yıllarını bu şehre vermiş diyorsunuz ama 1955’ten 1995’e kadar Anadolu’da, hem de Doğu Anadolu’da kaldığımı unutmayınız. Ben 24 yaşıma kadar İstanbul’daydım ve şimdi de yirmi yıldan beri tekrar bu şehre döndüm. Arada yaz tatillerinde de geliyorduk. Bütün yaşlı İstanbullular gibi eski İstanbul’u nostaljik bir özlemle anıyorum. Aslında nostalji bir hastalıktır. Eskiden dâüssıla denirdi, o da hastalık demektir. Tedavisi de yoktur. Ne var ki eski İstanbul’u bugünkü ile karşılaştırıp bu hastalığa tutulmamanın da imkânı yoktur. Bir insan hayatı içinde sekiz yüz bin nüfustan yirmi milyona çıkan; koruları, bahçeleri, bağları, mesireleri, akarsuları kalmayan; çoğu bir veya iki katlı ahşap evleri, konakları, köşkleri, yalıları yanıp yıkılıp yerlerine devâsa binaların, kulelerin dikildiği bir İstanbul. Pekiyi, öyle mi kalsaydı İstanbul? Benim çocukluğumu, gençliğimi yaşadığım İstanbul fakirdi, zelzeleden ve yangınlardan harap olmuştu. Benim mahalle aralarında kırlık zannettiğim açık yerlerin çoğu yangın artıklarıydı. Çok sevdiğim ahşap evler, konaklar, yalılar, köşkler kararıyor, tahtaları çürüyor, yıkıma doğru gidiyordu. Bakımı zordu, sahiplerinin yenileyecek halleri yoktu. Elbette buraların yenileşmesi, boş ve harap arsalara yeni binaların yapılması, yolların açılması gerekiyordu. Ne var ki dünyada bu gibi şehirlerin restorasyonu için örnekler vardır. Tarihini, mimarisini, özelliklerini koruyarak yenilemek. Bu yapılmadı. İstanbul beş yüz yılda bir Türk şehri olmuştu. Elli yılda ne olduğu belirsiz, tarihini kaybetmiş, yirmi milyon nüfuslu bir apartmanlar kitlesi olup çıktı. İşte şimdi böyle bir şehirde ara sıra doğduğu mahalleyi gezerek biraz daha hüzünlenen yaşlı bir İstanbullu olarak yaşıyorum.       

Dr. İhsan Erdem Kayral: Araştırma konularınızdan bahseder misiniz?

Prof. Dr. Orhan Okay: Ben adına “Yeni Türk Edebiyatı” denilen ve Tanzimat’tan günümüze kadar bir dönemi içine alan bir alanın hocasıyım. Çalışmalarım da daha çok 1860’tan başlayarak 1940’lara kadar olan yıllar içinde kaldı. Bu dönemin meseleleri üzerinde durmakla beraber monografik olan birkaç önemli şahsiyet ve eserleri çalışmalarımın ağırlığını teşkil etti. Beşir Fuad, Ahmed Midhat Efendi, Mehmed Akif, Necip Fazıl, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi. Dönemin fikir hayatı, medeniyet değişmesi gibi olayların edebiyat ve edebî eser üzerine tesirleriyle meşgul oldum.     

Dr. İhsan Erdem Kayral: Çalıştığınız alanınızı seçmenizde örnek aldığınız birileri var mıydı, varsa eğer hangi yönden örnek aldınız?

Prof. Dr. Orhan Okay: Hayatımı anlatırken ilkokuldan beri Türkçe ve edebiyat derslerimde çok başarılı bir öğrenci olduğumu söylemiştim. Diğer dersleri şöyle böyle idare ediyordum. Bu, lisenin son sınıfına kadar böyle devam etti. Son sınıfta Mehmet Kaplan’ın eşi Behice Hanım edebiyat hocamız oldu. Edebiyat hocalarımın içinde en sevdiğim oydu ve benim için örnek bir hocaydı. Yine sınıfımın en iyisiydim. Ama Nurettin Topçu da o yıl felsefe derslerimize giriyordu. Böylece yavaş yavaş felsefeye eğilim duydum. Örneğim de Topçu’ydu. Mezun olduğumda artık tamamen felsefeye kararlıydım ve fakültenin felsefe bölümüne girdim. Orada bir yarıyıl okudum. O yılın Şubatında Yüksek Öğretmen Okulu açılıyordu ve hocalarım öğretmenlik garantisi için oraya girmemi tavsiye ettiler. Orası da felsefe öğrencisi almadığından mecburen yeniden edebiyata dönmüş oldum. Meslek seçimimde ilk kırılma burada oldu. Fakülte’den mezun olmama yakın o zaman İslam Tetkikleri Enstitüsü Müdür muavini genç bir asistan olan ve benden beş-altı yaş büyük olan Fuat Sezgin’i tanıdım. Onunla ağabey-kardeş gibi olduk. Arapçam, Farsçam iyiydi. Beni yanına almak istedi. Mezun olduğumda Enstitü kadrosunda asistanlık imtihanı açtı. Girdim ve kazandım. Ama Yüksek Öğretmen Okulu’nun yatılı öğrencisi olduğumdan mecburi hizmetim bahis konusu idi. Bu gibi durumlarda Bakanlık hizmetin üniversiteye devri için muvafakat veriyordu. Ama nedense bana vermedi. Böylece bambaşka bir alana girecekken yine edebiyat öğretmenliğine dönmüş oldum. 1959 yılında da Erzurum’da açılan yeni üniversiteye yeni Türk edebiyatı asistanı olarak girdim. Görüyorsunuz yine tesadüfler dediğimiz kader beni bu alana getirmiş oldu. O diğer alanlara, felsefeye, ilâhiyata da sempatim devam etmekle beraber kendi alanımda çalışmış olmaktan memnunum ve hiç şikâyetçi olmadım. Bu saydığım insanlar benim için hep farklı örnekler olmuşlardır. Şüphesiz hep hocalarımızdan, büyüklerimizden bazı özellikler alıyor fakat yine de farklı kişiler oluyoruz.   

Dr. İhsan Erdem Kayral: Akademik hayata katkılarınızdan örnek vererek bahsedebilir misiniz?

Prof. Dr. Orhan Okay: Doktora tezim olan Beşir Fuad her halde en orijinal çalışmam olmalıdır. O güne kadar hemen hemen hiç bilinmeyen ama benim çalışmamdan sonra memleketimizde olabileceği kadar epey yankı uyandıran Beşir Fuad. Onun pozitivist ve materyalist oluşuyla felsefe ve fikir alanında, natüralist görüşleriyle edebiyat alanında ve bunların yanında birçok ilkleri başlatmasıyla Türkiye’de önemli bir şahsiyet oluşu böylece belirmiş oldu. Ahmet Midhat Efendi hakkındaki çalışmam ise memleketimizde çok iyi bilinen bu velût yazarın Batı medeniyeti karşısındaki tavrını inceledim. Bununla da Ahmet Midhat hakkında olduğu kadar milletimizin yüz elli yıllık Batılılaşma macerasının bir yönüne de ışık tutmuş olduğumu sanıyorum. Nihayet 30-40 yıldır hakkında belki 50’den fazla kitap ve binden fazla makale yazılmış Tanpınar’ın eldeki bilgi ve belgelere göre en sağlıklı sandığım bir hayat hikâyesi çalışmam oldu. Diğer çalışmalarımda ise bilinenlerin tekrarından ziyade yeni bir takım yorumlar getirmeye gayret ettim.    

Dr. İhsan Erdem Kayral: Başarınız hangi nitelikleriniz sayesinde olmuştur?

Prof. Dr. Orhan Okay: Eğer başarılı olduysam bunu çalışmalarımda mümkün olduğu kadar tarafsızlığımı korumak, hissî ve heyecanlı olmamakla elde etmişimdir. Üzerinde çalıştığım konuyu daima sevdim. Dünya görüşü bakımından bana çok zıt olan Beşir Fuad’a bile sempatiyle ve soğukkanlılıkla yaklaştım. Diğerleri de öyle. Ama alanımızın pozitif bir bilim alanı olmadığı unutulmamalıdır. Edebiyat, sanat olarak doğrunun değil güzelin alanıdır. Ama edebiyat araştırıcılığı, tarihçiliği, tenkitçiliği bir ilim alanıdır. İşte bu iki farklı faktörün etkisiyle edebiyat araştırıcısının da objektif ve sübjektif davranışları bahis konusudur. Bu demektir ki aynı konu üzerinde herkes aynı sonuca varamayabilir. Bunun için benim de edebî eser ve şahsiyet karşısında sempatilerim, antipatilerim olmuştur. Önemli olan, okuyucuyu yanıltmamaktır. Bunda hata yapmadığımı sanıyorum.

Dr. İhsan Erdem Kayral: Alanınızda özgün çalışmalar yapabilmek için hangi donanıma sahip olmak gerekir?

Prof. Dr. Orhan Okay: Bu sorunuza cevap verirken ortalama bir araştırıcıyı değil, kendimi de değil, bana göre ideal olarak düşündüğüm bir akademisyeni tarif edeceğim. Bunda da işin başlangıcında değil, bütün akademik hayatı boyunca elde etmeye çalışması gereken hususları belirteceğim. Önce Osmanlıca dediğimiz yazıya ve dile tam manasıyla hâkim olmalıdır. Tabii yeni Türk edebiyatı dediğimiz alanın edebiyat tarihlerini ve diğer kaynakları, şahsiyetlerini, eserlerini ve bu dönemin dergilerini bilmesi gerekir. Edebiyat araştırıcılığı, başka bilim alanlarına kıyasla, diğer bilimlere en çok ihtiyacı olan bir alandır. Bunun için başta döneminin tarihi olmak üzere psikoloji, sosyoloji, felsefe, sanat tarihi hatta müzik ve resim gibi alanlara yabancı kalmamalıdır. Tabii bu alanların bilgini olmaktan bahsetmiyorum. Onun için yabancı kalmamalıdır dedim. İhtiyacı olan bilgiye ulaştıracak kaynaklarla veya o alanın bilim adamlarıyla ilişki kurmalıdır. Batılılaşma dönemi edebiyatımıza tesiri açısından başta Fransız edebiyatı olmak üzere diğer Batı edebiyatlarına ve edebî eserlerine de ilgisiz kalmamalıdır. Bir de çağımızın hastalığı olan internete fazla tutulmamasını daha doğrusu tam güvenmemesini tavsiye ederim. Benim için güvenilir kaynak hâlâ kitaptır.   

Dr. İhsan Erdem Kayral: Hedefinize varırken yaşadığınız zorluklar nelerdir?

Prof. Dr. Orhan Okay: En büyük zorluk kendimi aşamamam oldu. Yavaş bir tempoyla çalışırım. Yazılarımda çok müsvedde yaparım. Bu yüzden istediğim kadar verimli bir araştırıcı olamadım. Son yıllarda bilgisayar kullandığımdan bu sıkıntımı bir seviyede aşmış oldum. Bir de doktora çalışmalarım sırasında fotokopi denen nesne henüz olmadığından gazete ve dergi koleksiyonları arasında çalışırken el yazımla metinleri kopyalamak mecburiyeti. Yalnız bu mesai için aylarca zaman ayırmak zorunda kalmıştım. Tabii bunun zorluğunu bugünkü şartları düşününce anlıyorum. Yoksa o yıllarda başka çare olmadığı için farkına varmadan benim gibi başkaları da aynı sıkıntı içinde çalışıyordu. Şimdiki teknoloji araçlarından faydalanacak olan bugünün genç araştırıcıları bunların kıymetini bilmedirler.   

Dr. İhsan Erdem Kayral: Yahya Kemal Beyatlı, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mehmet Kaplan ve siz Orhan Okay.  Mehmet Kaplan Hocamızın öğrencisi olarak kendisiyle hatıralarınızı kaleme almıştınız. Çok özel bir iletişiminizin bulunduğunu görüyoruz hocanızla. Buradan yola çıkarsak bir akademisyen ile öğrencisi arasındaki ilişki nasıl olmalıdır?

Prof. Dr. Orhan Okay: Tabii öğrencilik hayatımız boyunca birçok hocamız ve hocalık hayatımızda birçok da öğrencimiz oldu. Bazılarıyla ilişkilerimiz derslerde ve sınıflarda bitti. Bazılarıyla yakınlığımız daha uzun hattâ hayat boyu devam etti. Ancak böyleleri nadir oldu. Bir de kürsü ve sıralar arasındaki ilişki ile yüksek lisans ve doktora çalışmaları arasındaki ilişkiler de farklıdır. Bu sonuncularda çalışmalar ilerledikçe ağabey-kardeş, baba-evlat yakınlığına döndüğü olur. Benim öğrencilik ve akademik hayatımda sevdiğim hocalarla, özellikle doktora çalışmalarımda Mehmet Kaplan’la yakınlığımız böyle oldu ve hayat boyunca devam etti.

Dr. İhsan Erdem Kayral: “Her dergi edebi mekteptir.” sözünden yola çıkarsak Edebiyat eğitiminde dergilerin rolüne ilişkin görüşlerinizi bizimle paylaşabilir misiniz?

Prof. Dr. Orhan Okay: Yayın dünyasında dergilerin ayrı bir yeri vardır ve bence meselâ kitaptan da gazeteden de önemlidir. Eski gazetelerimizde, dergilerde olduğu gibi ciddi, ilmî makaleler çıkardı ve bunları kesip saklardık. Bugün gazetenin bu kültür fonksiyonu hemen hemen kayboldu. Gazete günlük okunuyor ve atılıyor. Tabii kitabın önemi başka. Alıyorsunuz, okuyacaklarınız arasında bir sıraya giriyor, okunması da bir zaman alıyor. Ama dergi öyle değil. Bu iki yayının arasında farklı bir periyodu var. Haftalık veya aylıktır. Tabii kendi tecrübemi aktarıyorum. Size eriştiği anda açıyorsunuz, sizin için önemli olan veya olmayan yazılar var. Ona göre muhtemelen bir veya iki gün içinde okuyorsunuz. Yani okunma şansı bakımından kitaptan daha bir önceliği var. Dahası dergi saklanır. Gazete gibi atılmaz. Dergi okuyucusunun çoğu aynı zamanda dergi koleksiyoncusudur. Şahsen gençlik yıllarımdan beri hem aldığım dergileri, hem de eski dergileri düzenli biriktirdim. Akademik ve ilmî dergilerin dışında başka ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de belli bir fikri veya edebî görüşü savunmuş dergiler var. İlki Servet-i Fünun olmak üzere bugüne doğru Türk Yurdu, İçtihat, Dergâh, Anadolu, Hayat, Kadro, Ağaç, Varlık, Hareket, Büyük Doğu, Hisar, Diriliş gibi daha pek çokları. Gerçekten bunlar hem bir dünya görüşünü veya bir sanat anlayışını temsil etmeleri bakımından birer mektep (ekol) olmuş hem de birçok şair, yazar, araştırmacı yetiştirmesi açısından gerçek bir mektep rolü oynamışlardır.  

16.09.2015